Sus Payı

Beyza Ersoy 14.03.2009 Araştırmalar
Sus Payı

 
SUS PAYI

 
Bu yıl 7.'si düzenlenen TÜYAP Bursa 7. Kitap Fuarı'nın etkinliklerinden biri de 1 Mart 2009 Pazar günü gerçekleştirilen, "Refik Halit Karay'ın Hakk-ı Sükut (Sus Payı) adlı öyküsünün 100. Yılı" konulu söyleşiydi. Konuşmacılar Adnan özyalçıner ve Sennur Sezer "8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nün bu yıl fuar takvimi içine denk gelmesinden de yola çıkarak, anlamlı bir çalışmaya değindiler. Türk Edebiyatı'nın ilk işçi öyküsü olarak bilinen "Sus Payı"nın yazılışının yüzüncü yılıydı ve Öykü Bursa'daki İpek fabrikalarında çalışan işçi kızları anlatıyordu. 
 
Etkinlikler söz konusu olunca değinilen, merak edilen parametrelerden biri de katılım yoğunluğudur. Buna cevap: Katılım fazla sayılmazdı. Aslında yedi kişiydik sadece. Ama konuşmacılar az katılıma dair ne sitemli ne de "Katılım sayısı önemli değildir" gibisinden, alttan alta önemli olduğunu da ifade edebilecek hiçbir tepki vermeyerek, sergiledikleri tavırla bir dinleyici olarak takdirimi ve hayranlığımı kazandılar. 
 
Bilgilendirici, aydınlatıcı, akıcı bir söyleşi oldu. Söyleşide hem hikayenin üzerine ışık tuttuğu dönemin toplumsal ortamı, hem de o zamandan günümüze değişen ve değişmeyen toplum dinamikleri konuşuldu. İzleyicilerden gelen görüş ve sorularla etkileşimli bir özellik de kazandı ve zenginleşti. 
 
Söyleşide ilk sözü Sennur Sezer alarak öykünün tarihçesinden ve yazıldığı dönemden bahsetti. Buna göre Refik Halit Karay'ın Bursa'da yaşamadığı biliniyor ve bu öyküyü yazmak için Bursa'ya gelip görmüş olduğu tahmin ediliyor. O halde yazara bu öyküyü yazdıran ne? 
 
Osmanlı'nın ilk ipek fabrikası Bursa'da açılmış, 1833 yılında. Öykünün yazıldığı yıl 1909. Artık Bursa'da onlarca ipek fabrikası var. Fabrikalarda çevre köylerden gelen ipek işçisi kızlar düşük ücretler ve ağır koşullarda çalışıyorlar. Öyküden öğrendiğimize göre "Üç dört kuruşa karşı on dört saat pis kokulu kaynar sular başında..." Bu cümleyi okuduğumda "Üç kuruş" tabirini günümüzde kullanıldığı gibi, "çok az" bir miktarı ifade eden bir deyim olarak yorumlamıştım. Sonradan öğrendim ki o zamanki ücretler "yüz para"dan "altı kuruş"a kadar değişiyor. ve çoğunluk "üç kuruş" gündelik alıyormuş. Belki de "üç kuruş" deyimi, ücretlerin azlığı ile ilgili, toplumun sesinde olmasa bile bilinçaltındaki gizli kabulü gösteren O günlerden kalmış bir izdir. 
 
Adnan Özyalçıner daha sonra söz alarak öyküden pasajlar okudu ve bölümler hakkında yorumlarda bulundu; topluma edebiyatın tanıklığını vurguladı. 
 
Öyküden bahsedersek; öykünün mekanı Saatçıoğlu fabrikasında işçi kızlar birer birer hastalanıyor. Öykünün kahramanı fabrikanın işçi başısı Hasip Efendi bu süreçte konuya hep uzak durmuş. Fakat ne zaman ki aşık olduğu Fotika hastalanıyor, o zaman düşünmeye başlıyor. Fotika'yı öyküde hep uzakta ya da geçmişte görüyoruz, silik bir gölge halinde. Kaynar kazanlardan çıkan buharları, tozları soluyarak giderek solgunlaşan tüm diğer kızlar gibi. Fotika hasta yatarken, ninesi sık sık fabrikaya gelip bir çırpınışlı ruh haliyle onu işten kovmamaları için yalvarıyor. Bu da çaresizliğin, derinliğini gösteren bir diğer boyutu.
 
Bursa'da artık ipek üretimi eski ekonomik değerini yitirmiş durumda. Bunun eksikliğini hissetmiyorum, aksine bir hayvansever olarak memnunluk duyuyorum. Çünkü bilinen o ki, ipek üretimi için, ipek böcekleri kozaları içinde canlı canlı kaynatılıyor. Seslerini duyamadığımız için yok saydığımız bir acı. Bu öykü ve belgeler söylüyor ki, sadece ipek böcekleri değil, adları belki Fotika belki İpek olan nice genç kız da kozaları içinde kaderleri ipek böceklerininkine benzer bir şekilde can veriyor. 
 
Öykünün kırılma noktası Fotika'nın ölümüdür. Acı haberi aldığı gün Hasip Efendi Papaz'la karşılaşır. Papaz bu ölümden "onlar"ı suçlar. "Sizin fabrikanız!" der ona; Avrupa'daki fabrikaları, kanunları, ücretleri, koşulları anlatır. Hasip Efendi daha önce hiç düşünmediği bir şeyi fark eder: "Demek hükümetin bu işe karışmaya hakkı vardır. Demek işçi korumasız değildir; fabrika sahiplerinin görüşüne, acımasına muhtaç değildir; hakları için yalvarmak zorunda değildir."
 
Aslında dünya tarihine bakınca anlıyoruz ki, olandan çok olması gereken söylemiştir Papaz. Çünkü dünyanın diğer ülkelerinde de koşullar benzerdir. 
 
Hasip Efendi Fotika'nın ölümünden fabrika sahibi Hidayet Saatçıoğlu'na bahseder. Cevap olarak duyduğu şu olur: "Fotika mı, kim o?" Fotika herhalde onun için "bir sayı"dan fazla bir şey değildir. Sonra da şöyle der: "Buna Biz ne yapabiliriz, hastalık vakti gelmiş!"
 
Öykünün en gerilimli, meraklı anlarından biri Hasip Efendi'nin "öğrendiklerini düşündüklerini hiç saklamayarak, en şiddetli kelimeleri kullanmaktan çekinmeyerek" söylediği an. Fakat fayda etmiyor. Hidayet Saatçıoğlu kurnaz manevralar yapıyor hemen: "Ben sana, maaşına dair iyi bir haber getirecektim..." Sonra da sessizlik yasasını uyguluyor, bir süreliğine ortadan kayboluyor. Ardından Hasip Efendi'nin maaşına zam geliyor. Hasip Efendi de artık sus payı almış  ve sessizlik yasasına katılmıştır. 
 
Fabrikadaki koşullara dayanamayan işçi kızlar sessizliği delebilmek, seslerini duyurabilmek için zamanın gazetelerine mektuplar yazıyorlar. Refik Halit Karay'ın bu öyküyü gazetelerde yayınlanan haber ve mektuplardan etkilenerek kaleme aldığı tahmin ediliyor. Zamanın İkdam gazetesinde konuyla ilgili bir haber yer buluyor. İştirak gazetesinde yayınlanan, Bursa'daki beş bin ipek işçisi kız adına yazılmış bir mektupta ise şöyle deniyor: "Duyarlı insanlar, toplumun bolluk ve mutluluğunu yöneten düşünürler topluluğu, işçi kızların genel çığlıkları karşısında niçin bu derece dilsiz kalıyorlar? Hiçbir duyarlı kalbe, acıyan vicdana rastlamıyoruz." İşte bu öykü Refik Halit Karay'ın bu çağrıya cevabı, verdiği bir ses olsa gerek. Bir çığlığın yankı bulması, görmezden-duymazdan gelinmemesidir. Edebi değeri ve "topluma edebiyatın tanıklığı" yanında Bu bakımdan da önemi önemi büyüktür, diye düşünüyorum. 
 
Mektuplardan öğrendiğimize göre "eski yüzyıllardaki esirlerin hayatlarına gıpta edecek" kadar zor ortamlarda çalışan ipek işçilerinin Bursa'dan gönderdikleri mektupları düşününce, Bursa'nın o zamanki gazete ve dergilerinde, Hudavendigar (Resmi gazete), Bursa (İlk özel gazete), Nilüfer (İlk özel dergi), Sanayi (Risale), Fevaid (Dergi), Barika-i İrşad, Bursa Sergisi'nde acaba durumlarıyla, mektuplarıyla yer bulabilmişler mi, diye bir soru aklıma geliyor...
 
Gönderilen mektuplar, yapılan şikayetler, incelemeler Bir yere varmayınca, bir yıl sonra üç bin kişilik bir grev başlıyor, 15 Ağustos 1910'da. Grev bir süre sonra çözülüyor, sonuca ulaşmıyor. Hiçbir şey yapılmıyor. 
 
Dünya Kadınlar Günü'nün tarihçesini de hatırlamak herhalde iyi olur. 8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde kırk bin dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlar. Ancak işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın yüz yirmi dokuz işçi can verir. 
 
Tam da Bursa'da görevin sürdüğü 26-27 Ağustos 1910 tarihinde, Danimarka'nın Kopenhag kentinde Clara Zetkin 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak anılması önerisini getirir. ve öneri oybirliğiyle kabul edilir.
 
 
(Olay gazetesi Kitap eki, Mart 2009 )