Binbir Bursa Masalları
BİNBİR BURSA MASALLARI
BİNBİR BURSA MASALLARI
Günün birinde... Dağın, taşın, zamanın dilini okuyan, masalın çemberinden geçmiş Horasanlı bir gezginin yolu Bursa'ya düşse. "Bu ululardan ulu dağ, eteklerini bir insan evladının altına sereli tam beş bin yıl olmuş. Bu ile adını veren hükümdar, şu tepede durup ovadan uzaklara bakmış. Bir hükümdar da bu ili almaya ömrünü bağlamış; bu da bin yıl önce olmuş," dese. Sonra da dönüp "İlimin gecelerinden binbir masalla geldim, elbet sizin kadim ilinizin masallarını da dinlemek isterim" dese.
"Masalımızı bilseydik dal bu kadar kolay kırılmaz, ova soğuk taşa böyle esir düşmez, eskilerin mirası tuzağa düşürülmüş kocamış kurtlar gibi betonlarca köşeye kıstırılamazdı" diyecek olsam, sussam.
Bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir Nur Dilber ninem, ak sakalı Uludağ'ın soğuk pınarları gibi köpük köpük bir Nur Civer dedem olsa, dizlerinin dibince oturup Sultan Şehriyar'ın "Anlat Şehrazat" dediği gibi "Anlat Nur Dilber nine, Anlat Nur Civer dede, bana Mucizeler diyarı Bursa'yı anlat, desem... Anlatsalar, ben dinlesem...:
Masala başlanacaksa kendi halk masallarımızın tekerlemelerini anmadan, beşikleri tıngırdatmadan olmaz. Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde cinler cirit oynarken eski hamam içinde, biz diyelim bu ağaçtan siz deyin şu yamaçtan uçtu uçtu kuş uçtu, kuş uçmadı gümüş uçtu. Gümüş uçmadı nal şeklinde kümbet'e çakıldı. Masallar içinden hangi bir masalı anlatmalı? Güle benzeyen allar içinde serviye benzeyen dallar içinde, ismi çiçeklerden çiçek varlı vakitli güzel bey kızının düğününün, kadın kılığına girmiş kırk gaziyle basılmasını mı? Yoksa şehzade ve korsanlar masalını mı? Ya Rum İkliminin Sultanıyla Şah hatun'u ne zaman anlatmalı? Vay ne köşe bu köşe! Dil dolanmadan ağız varmaz bu işe: Şu köşe yaz köşesi bu köşe kış köşesi ortasında Mavi köşe! İkindiden sonra gitmek isteyene bir adım atıp bin düşündüren ıssız bahçeler dura dursun, artık erdirelim sözü öze. Başlayalım masalın sözüne:
"Deve tellal iken horoz imam iken annem kaşıkta babam beşikte iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, babam düştü beşikten alnını yardı eşikten. O öfke ile Tophane minaresini cebine sokmasın mı boru diye? O öfke ile tophane güllesini cebine doldurmasın mı darı diye? Koştum dar attım kendimi Hisar'ın batısında, Sur dibindeki Gece mahallesine. Dediler ki burada saklan ama gündüz olunca, gir sur içindeki yedi mahalleye. Orada hiç bulamazlar seni. Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim, çayır çimen geçerek şakayık, nilüfer biçerek soğuk sular içerek altı ay bir güz gittim. Bir de dönüp arkama baktım ki ne göreyim, gide gide bir arpa boyu yol gitmişim. Çıkmaz sokaklardan çıkıp Kırk merdivenlere geldim. Kavağın altında dinlendim. Tam "Oh!" demiştim ki bir lodos çıktı savurdu beni öteye. Ne oluyor demeye kalmadan önümde belirdi bir dev. "Sen" dedi "Az önce kırk merdivenlerden çıkarken bana çarptın." Bağışla, dedim, görmedim." Dev "Nuh" diyor "Peygamber" demiyor. Bir baktım karşıdan bir tüccar geliyor. Koştum yapıştım ellerine."Amcacığım" dedim, "beni kurtar olurum sana el pençe." Tüccar dedi ki Dev'e "Sana öykümü anlatsam bağışlar mısın bu sabiyi?" "Öykünü beğenirsem, bağışlarım" dedi Dev de. Tüccar başladı söylemeye, biz başladık dinlemeye.
"Günlerden bir gün yola koyulmuştum yine. Sıcak mı sıcaktı ama dağdan bir çınar gölge ediyordu önüme. Gel zaman git zaman gide gide bir köyle ulaştım. Dediler ki, köyümüzde bir kız var "solgun bir gül oluyor dokununca". Aman dediler, derdine bir çare. Yanına gittim kızın iki gözü iki çeşme. Dedi ki "Ne ellerim bir işe yarıyor, ne parmaklarım dikişe." Baktım, ocaklar is bağlamış süpürülmeye süpürülmeye... O akşam düşündüm taşındım. Dedim ki "Bizim ilin sıcak suyu şifa arayanlara şifa, dertlilere ilaç, deva. Yemişi ise yiyene binbir sene dilrüba." Vardım kızın yanına. Baktım, gözyaşları inci inci dökülmekte. Dedim ki "Güzel kız, ben tüccarım, şehrimden türlü çeşitte mal taşırım. İzin ver sana en sulusundan üç şeftali sunayım. Birer gün arayla ye, dönüşte uğrayayım. Kız kabul etti, ben de müsaade isteyip yoluma koyuldum. Gel zaman git zaman yolum bir hana düştü. Baktım herkes kendi şehrini övüyor. Oturdum, dinledim. Lafın biteceği yoktu. Ben de açtım çıkınımı, çıkardım yedi kestane, dolaştırdım, ikram ettim herkese. Birden ses kesildi, susa kaldı meydane. Dediler "Efendi, bu yediğimiz nedir böyle ?" Böylece aldım sözü ele, ben anlattım onlar dinledi. Böylece aradan altı yaz yedi kış geçti. Derken efendim, dedim "Söz burada yeter", selam edip, çıktım handan, koyuldum yola. Vardım bir şehre. Sordum soruşturdum, buldum çarşısını. Serdim ipek şallarımı, örtülerimi, kadife yeleklerimi önüme. Gelen toplandı, giden toplandı. Çoşan kalabalığı görünce padişah veziriyle haber salıp beni çağırttı. "Padişahım, dedim Bursa ilinden gelirim. Tacirim ben, ilimin mallarını satarak geçinirim." Padişah merak buyurdu, açtırdı mallarımı. Açtım açtım, odalar doldukça doldu, mallar saray dışına taştı. Padişah bakakaldı. En nihayet iki yaz bir kış sonra dedi ki, "Dile benden ne dilersen, bunların hepsini ben alıyorum" Ben de büktüm boynumu "Sağlığınızı dilerim, haşmetli padişahım" dedim. Padişah el çırptı, çırpmasıyla boşalan çıkınım altın, zümrüt, yakut,elmas mücevher doldu. "Yolcu yolunda gerek" deyip müsaade istedim, hayır dualarını alıp koyuldum yola. Artık dönme vakti gelmişti, ilim gözümde tütüyordu. Yolda bir ağacın dibine oturdum ağladım. Gözümde yaş kalmayınca işittim ki başka biri daha dibi başımda ağlar. Sağıma baktım kimse yok, soluma baktım kimse yok. "İn misin, cin misin? Ey ağlayan kimsin? Kendini göster" dedim. Dememle kayaların ardından bir kız çıktı ki dünya güzeli. "Ben ağlamayayım da kimler ağlasın, evleneceğim şehzadeyi kandırdılar, kırk gün ona baktım, iyileştirdim, beni buraya atıp, yerimi aldılar. Bir sabır taşı beklerim çatlasın, bir bıçak beklerim beni buraya bağlayan şu büyülü sicimi koparsın."
"Ey Dünya güzeli, dedim, artık kavuşacaksın sevdiğine, çünkü senin derdine derman bende var" deyip çıkardım bıçağımı. Bıçak, çıkarmamla daha uzaktan kesti kopardı sicimi. Kız koştu boynuma sarıldı. "Ben aslında bir periyim, dile benden ne dilersen, istediğini yapayım, seni dilediğin yere götüreyim."
Üç şeftali verdiğim güzeli hatırladım, bir ateş düştü içime. Periye "Beni ona götür" dedim. Emrin başım üstüne demesiyle, gözümü bir açtım, kızın başındayım. Kız yatağında oturmuş, baş ucunda bir şeftali. Yanaklarına kan gelmiş, güldükçe güller dökülüyor. "Epey iyi oldum, bu gün de sonuncu şeftaliyi yiyeceğim" demez mi? Allah'ın emri peygamberin kavliyle kızı ailesinden istedim. Beraber Bursa'ya döndük, şimdi de düğünümüz var. İşte benim öyküm böyle."
Tüccarın öyküsüne ben de dev de şaşırıp kaldık. Dev tüccara "Öykün çok güzelmiş, bu sabiyi affettim" dedi. Bir lodos esti, dev ortadan kayboldu. Tüccar beni düğününe çağırdı. Gittim. Kırk gün kırk gece düğün ettiler. Düğünde kimler yoktu ki. Yetmiş iki millet, cümle alem oradaydı. Haylanan da geldi huylanan da. Ahlanan da geldi oflanan da. Büyük kadı, kuru dadı geldi. Kadıyı, dadıyı duyunca ördeği, kazı geldi. Ördeği kazı görünce bir de çulsuz tazı geldi. Tazının peşinden de görmemiş oğlu Kör Memiş'in kızı geldi. Arkası sökün etti: Kambur ese, Sarı köse geldi. Biri yiyip içmeye, biri süse püse geldi. Seyrek basandan sık dokuyana, bir taşla iki kuş vurandan, her yumurtaya bir kulp takana kim var, kim yok, kimi aç, kimi tok, hepsi geldi, toplandı. Her kafadan bir ses çıktı. Kimi yukarıdan atıp aşağıdan tuttu, kimi tavşanı kaç dedi, tazıya tutturdu. Kimi ağzını yumdu, dilini yuttu. Kimi kah nalına kah çivisine vurdu. Kimi de süt dökmüş kedi gibi oturdu. Kimi kahya kadın gibi her işe karıştı. Kimi gemi azıya alıp birbiriyle yarıştı. Kimininse kırdığı ceviz kırkı aştı. Kimi kırkından sonra kaval çaldı, kimi sekseninden sonra masala daldı.
Gökten üç şeftali düştü. Biri bana, biri size biri de masalı söyleyen Nur Dilber nine ile Nur Civer dedeye.
Derken efendim, Nur Dilber Nine ile Nur Civer dede "Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine, evli evine köylü köyüne gider masal da burada biter ama İpek böceği ile Manolya güzelinin öyküsü bundan daha şaşırtıcı, o da yarına" deseler. Ben de "Ağzınızdan bal aktı, diliniz de üstüne kaymak çaldı, eliniz eteğiniz dert görmesin," desem. Yaprakların gölgesi üzerimize düşse, ılık bir rüzgar esse, beşiğimiz tıngır mıngır sallansa.
(Bursa'da Yaşam dergisi, 2004, Mayıs sayısı)